19 Ocak 2008 Cumartesi

Bir Uygarlık Böyle Battı

Bir Uygarlık Böyle Battı
16 yüzyıl önce Rapa Nui adası üzerinde büyük bir uygarlık kuruldu. Ada halkı artan besin ihtiyaçlarını karşılamak için ormanları hesapsızca katletti. Ormanların kesilmesi erozyonu doğurdu. Doğal dengenin bozulması, sosyal dengeyi de altüst etti. Besin kaynakları kuruyan ada halkı, birbirini yemeye başladı. Çıkan kanlı savaşlar ve salgın hastalıklarla Rapa Nui adası, bir uygarlığın mezarı oldu.

Elinize bir dünya haritası alın. Bulmanız gereken ülke, Güney Amerika kıtasının Pasifik Okyanusu, diğer adıyla Büyük Okyanus tarafındaki Şili. Eğer haritanız biraz ayrıntılı ise, Büyük Okyanusun ortalarında yer alan ve 100�den fazla irili ufaklı adadan oluşan Polinezya Takımadalarını rahatlıkla bulabilirsiniz. Ancak bu adalar topluluğu ile Şili arasında yer alan, bugünkü adıyla Paskalya Adasını bulmanız zor olabilir. Bunun için, çok ayrıntılı olarak hazırlanmış bir haritaya bakmanız gerekli

Paskalya Adası Şili�nin 3500 km doğusunda, Tahiti�nin ise 4020 km kuzeybatısında bulunuyor. En yakın insan barındıran yer, 2250 km uzaklıktaki Pitcairn Adası. Burası tam anlamıyla �kuş uçmaz, kervan geçmez� bir yer; yüzölçümü de sadece 240 km2.

Norveçli tarihçi Thor Heyerdahl�e göre, �Paskalya Adası yeryüzünde görünmeyecek kadar küçük bir leke gibi; bu adada yaşayanların görebildikleri en yakın komşu ise gökyüzündeki ay ve yıldızlar.�

Adanın ilk sakinleri

M.S. 400�lü yıllarda, Polinezya Adalarının birisinden iki kanoyla hareket eden Hotu Matua ve ailesi belki bir salgın hastalık, belki bir savaş ve belki bir saldırıdan kaçmak düşüncesiyle uçsuz bucaksız Okyanusa açılmışlardı. Sayıları 20 civarındaydı. Aylar süren macera dolu bir deniz yolculuğundan sonra, tek insanın dahi yaşamadığı küçük bir adaya ayak bastılar. Yolculuklarının uzunluğundan olsa gerek, bu ilk insanlar yerleştikleri adaya �Te Pito Te Henua,� yani �Dünyanın Sonu� adını verdiler.

Ada bu ilk gelen aile için bir hayli genişti ve çok zengin kaynaklarla doluydu. Üç tane sönmüş volkanı vardı. Buna karşılık özellikle kıyı kesimlerinde palmiye ağaçlarından oluşan bir orman bulunuyordu. Diğer kesimlerde ise yer yer kıraç alanlar, kısmen de olsa küçük bitki örtüsü vardı. Araştırmacı Clive Ponting�e göre, o dönemde adada tatlı su kaynağı bulunmuyordu. İnsanlar içme suyunu sönmüş volkan kraterinde biriken yağmur sularından sağlıyorlardı. Adada evcilleştirebilecek bir hayvan türü olmadığı için, insanların etinden, sütünden ve derisinden yararlanabilecekleri hayvanları olmamıştı. Tek besin kaynakları, beraberlerinde getirdikleri tavuklardı. Tavukların hızlı çoğalmaları, uzun yıllar boyunca ada halkının rahatlıkla elde edebildikleri bir besin kaynağı oldu. Ayrıca yanlarında getirdikleri patatesin adadaki verimli ve yumuşak volkanik topraklarda çok kolay ve hızlı yetişebilmesi sayesinde, yüzyıllar boyunca besin kaynağı sıkıntısı çekmediler.

20 kişilik ada nüfusu kısa zamanda hızla arttı. Zaman içinde Rapa Nui adıyla anılan adadaki nüfusun artmasıyla önce bir klan, sonra klanlar oluştu. Herbir klana bağlı insanlar arasında bir görev dağılımı, bir hiyerarşi gerçekleştirildi. Yaklaşık bin yıl içinde, ada nüfusu, bazı araştırmacılara göre 7 bin, bazılarına göre ise 10 bine ulaşırken, çok yönlü bir sosyal yapı ve çok farklı özelliklere sahip bir uygarlık ortaya çıktı

Püf noktası

M.S. 1500 yılına kadar adada dünyada ender rastlanan bir uygarlığın oluşması, insanlık adına övünülecek bir durumdu. Ancak hesaba katılmayan bir nokta vardı

Rapa Nui adasının kaynakları çok sınırlıydı ve bu küçük ada doğal kaynaklar açısından tehlike sinyalleri vermeye başlamıştı. Çünkü insanlar ada imkânlarını hesapsızca tüketmişlerdi. Üstelik, sosyal yapıda yaşanan sarsıntılar ve çatışmalar, insanları geri dönülmez bir noktaya getirmişti.

Herşeyden önce, yaklaşık bin yıl boyunca, ada sakinleri ellerindeki tek ürün olan patatesi daha fazla yetiştirebilmek için sürekli olarak yeni tarım alanları açtılar. Bunun için ilk buldukları çare, adanın sınırlı olan bitki örtüsünü yok etmek oldu. Ardından yine sınırlı olan ormanlara yöneldiler.

Ormanlar sadece tarım alanı açma amacıyla yok edilmiyordu. Ev ve barınak yapımında, soğuk geçen mevsimlerde ısınmak için ve denizlerde avlanmada kullanılan kanoların yapımında hep kereste kullanıldı. Üstelik kesilen ağaçların yerine yenilerinin dikilmesi hiç düşünülmedi.

Ağaçların en çok kullanıldığı bir yer daha vardı: Moai�lerin taşınması.

Moai'ler ve Ormanlar

Clive Ponting�in A Green History of the World (Dünyanın Yeşil Bir Hikâyesi) isimli kitabında aktarılan bilgilere göre, Rapa Nui insanı, geçimini sağlamak için fazla çalışmıyordu. Zaten çalışmaya da ihtiyaç duymuyordu. Çünkü tek yetiştirebildikleri patatesti ve o da çok kolay yetişiyordu. Bu yüzden insanların ellerinde bol bol zamanları vardı. Bu zaman bolluğu ada sakinlerini adada en çok bulunan şeye, yani sert kayalara yöneltti. Heykeltraşlık zaman içinde Rapa Nui halkı arasında en saygın bir meslek haline geldi. Pek çok heykeltraş yetişti ve bu heykeltraşlar hiç işsiz kalmadılar. Büyük kütleler halinde bulunan kayalardan heykeller yapmaya başladılar. Böylece herbir klanın onlarca heykeli oldu. Günümüz insanının şaşkınlık içinde seyrettiği, sırrını çözmek için yoğun çaba harcadığı dev heykellerdi bunlar

Bu heykeller ya o sırada hayatta olan klan reislerine, ya da kutsal gördükleri atalarına aitti. Ancak heykellerden bazıları öylesine büyüktü ki, günümüz şartlarında dahi zorlukla yapılacak ve taşınabilecek boyutlardaydı. Örneğin, El Gigante isimli moai 22 metre yüksekliğinde, 165 ton ağırlığındaydı. Buna karşılık bir metre yüksekliğinde moailer de vardı. Adadaki moailerin ortalama yüksekliği 4 metre, ortalama ağırlığı 14 ton idi. Yekpâre taş kütlelerinden yapılan bu heykeller, adanın güneyinde bulunan ve sönmüş bir yanardağ olan Rano Kao�da yapılıyordu. Tonlarca ağırlığındaki taşlar uzun zaman alan çalışmalar sonucu yontuluyor ve tamamlanan dev insan heykelleri kilometrelerce uzaklara taşınıyordu. Bu heykellerin taşınması için kullanılan temel araç ise yine ağaçlardı. Heykeller ya yere döşenen kızaklar üzerinde kaydırılarak veya yuvarlak keresteler üzerinde yuvarlanarak taşınıyordu. Bir heykelin daha önceden hazırlanan ve Ahu adı verilen platformlara getirilebilmesi için çok sayıda kereste kullanılıyordu.

Azalan Kaynaklar

Özellikle 1200�lü yıllardan itibaren köklü bir uygarlık oluşturan ada sakinleri arasında ciddî anlamda rekabetlerin yaşandığına dair en belirgin gösterge o yıllarda yapılan moailerin yükseklik ve hacimlerindeki hızlı büyümeydi. 1500�lü yılların ortalarına gelindiğinde, adadaki heykel sayısı 900�e ulaşmıştı.

Kaynaklara göre Rapa Nui�de bu yıllardan itibaren yeni moai yapılmadı. Çünkü küçük adanın en değerli hazinesi olan ormanların hesapsızca tüketilmesi, ada insanını kaçınılmaz bir sona doğru hızla yaklaştırıyordu. Adanın ekolojik dengesinin bozulması ada sakinlerinin de sonunu hazırlıyordu. ABD�li uzman Prof. Jared Diamond, Discover dergisinin 68. sayısında yayınlanan �Easter�s End� (Paskalya Adasının Sonu) başlıklı yazısında adadaki hayvansal yaşamın nasıl sona erdiğini şöyle anlatıyor: �Adadaki hayvan türlerinin yok edilmesi tıpkı ormanların yok edilmesi kadar acımasızca gerçekleştirildi. Neredeyse kuş türlerinden böcek türlerine kadar herşeyi yok ettiler.�

Ormanların intikamı

Ormanlar azaldıkça, zaten sınırlı olan toprak örtüsü erozyon tehlikesiyle yüz yüze geldi. İnsanlar artık en kolay besin kaynaklarından mahrum kalmışlardı. Üstelik ormanların yok olmasıyla artık ne ağaçtan evler inşa edebiliyor, ne de denize açılıp balık avlayabilecekleri sağlam ve uzun kanolar yapabiliyorlardı. Barınmak için sığındıkları tek çare, kayalık alanlarda oyulan mağaralar veya sulak alanlarda yetişen sazlıklardan yapılan derme çatma kulübelerdi. Balık avlamak için de yine sazlıklardan yapılan küçük kayıklar kullanılıyordu. Bu küçük kayıklarla insanlar denize fazla açılamıyorlar, bu yüzden ada çevresindeki çok az sayıdaki deniz ürünüyle yetinmek zorunda kalıyorlardı.

Böylece Rapa Nui halkı kendi elleriyle kendilerini bu küçük adaya mahkûm etmiş oldular.

1600�lü yıllara gelindiğinde artık çok kanlı savaşlar oluyordu Rapa Nui üzerinde. Elde kalan son kaynakları ele geçirmek arzusuyla yanıp tutuşan klanlar birbiriyle kıyasıya çarpışıyordu. Bir zamanların çok sistemli sosyal düzeninin kurulu olduğu ada üzerinde tam bir kaos durumu hakimdi. Güçlü olanın sözü geçiyor, güçsüze hayat hakkı tanınmıyordu.

Bir süre sonra ada üzerinde uğruna savaş verilecek hiçbir besin kaynağı kalmadı. Bunun üzerine açlık tehlikesiyle karşılaşan farklı klanlar, adadaki en son besin kaynağına yöneldiler.

Son besin kaynağı, rakip klanlardan ele geçirilen esirlerdi.

Aynı anne-babadan türeyen insanlar, gözleri dönmüş bir vaziyette ellerine geçirdikleri rakiplerini yemeye başladılar. Prof. Jared Diamond�a göre, hâlâ varlığını sürdürebilen klanların yerleşim yerlerinde insan kemiklerinden tümsekler oluşmaya başlamıştı.

Yazan : Dr. veli Sırım
Derleme : Durcan Cengiz / Peyzaj Mimarı

Hiç yorum yok: